Küresel Isınmaya Önem Verme Zamanı
Bu videodaki powerpoint, forward maillerin son günlerdeki en popülerden biri. İzledikçe biraz ! dehşete kapılacagız.
Şeytanın karısı, Karanlıklar tanrıçası, çocuk katili, erotik düşlerle erkekleri baştan çıkaran, tohumlarını çalan güzeller güzeli, ulaşılmaz kadın. Kadınlara mal edilmek istenen tüm kötülükler onda... Ama doğrusu bu mu?.
Alev alev kızıl saçları, büyülü bakışları var, konuştuğu zaman dolgun dudaklarından bal akıyor ve erkekler ona dayanamıyorlar... Onun adı: Lilith... Adı, İbranicede "geceye ait olan" anlamına geliyor. Bana; günümüzün kozmetik ilanlarında, podyumlarda, sahnelerde görüp özendiğimiz “femme fatale” kadınları çağrıştırıyor, Lilith... Geçmişimizdeki tüm kötülük simgesi erkekler korkunç görünüşlü, ikiyüzlü, iğrenç ve ürkütücü iken, kötülükleri temsil eden kadının güzel, seksi ve çüretkar olması ilginçtir…
Eski bir yahudi efsanesine göre o, Adem’in ilk karısı... Ancak Adem’e isyan ediyor, cenneti terk ediyor, şeytanın karısı oluyor, erotik rüyalarla erkekleri ayartıp tohumlarını çalıyor, yeni doğan çocukların canını alıyor; ortaçağda büyücü ve cadı oluyor! Yani erkeklerin arzuladığı, kadınların nefret ettiği bir dişi şeytan Lilith... Aslına bakılırsa bütün suçu haklarını savunan özgür, akıllı, seksi ve çok güzel bir kadın olması... Arzunun, dişiliğin ve yasak ilişkilerin simgesi. Çok zengin bir geçmişi var, üstelik 19. Yüzyılda dini kimliğinden kurtularak sanatta, edebiyatta, her alanda inanılmaz bir esin kaynağı oluyor, Dante Gabriel Rosetti’nini Lady Lilith tablosunda onu kızıl saçları ve muhteşem dekoltesiyle görüyoruz. Bu kadar da değil, her devirde onunla ilgili o kadar farklı öyküler anlatıldı ki, internette sadece adını yazmanız yeter, onunla sınırsız bir serüvene başlamak için!
Ama biz Lilith ile önce Hz. Adem’in ilk eşi olarak tanışalım...
Özgürlüğü adına cenneti terk ediyor...
Kutsal kitapta iki kez anlatılıyor yaradılış.. Genesis, yani Yaradılış bölümünü okumaya başladığınızda iki bölüm arasındaki çelişki dikkatinizi çeker...İlk kısımda deniyor ki, “Ve Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı". Bu bölümde kadın ve erkeğin aynı zamanda aynı topraktan yaratıldığını görüyoruz. İkinci kısımda ise Tanrının önce erkeği tozdan (ya da çamurdan/kilden) yarattığı, daha sonra kaburgasından kadını yarattığı anlatılıyor. Eski bir yahudi efsanesine göre bu ilk kısımdaki kadın, Lilith... Ancak Tanrının topraktan yaratıp cennete koyduğu bu ilk çift, Lilith’in eşitlik isteği, Ademi’n ise her alanda söz sahibi olmakta direnmesi yüzünden kavga etmeye başlıyorlar. Sorunun en büyüğü ise, sevişme sırasında kimin üstte olmasıyla ilgili...Adem kendini bereketli gökyüzüne; Lilith’i de ürün veren toprağa benzeterek üstte sevişmekte ısrarlı... Sonunda Lilith, Tanrı’nın söylenmemesi gereken adını anarak cennetten çıkıp göğe yükseliyor. Lilith’in kendi haklarını arama uğruna cenneti bile gözden çıkardığını öğreniyoruz böylece... Sonra ne mi oluyor?.. Artık yeri dışlanmışların arasında olan Lilith çevresindeki cinlerle ve şeytan ile ilişkiye girerek onlardan çocuklar doğuruyor. Bu arada Adem de tanrıya yakararak karısını geri istiyor. Lilith’in geri getirilmesi için Tanrı meleklerinden üçünü, Sanvai, Sansanvai ve Semangelof’u görevlendiriyor. Üstelik Lilith geri dönmezse her gün yüz çocuğu öldürülecektir. Bu tehdide rağmen Lilith cennete dönmüyor ve hamilelerle yeni doğan çocukların düşmanı olmaya yemin ediyor. Sadece üç meleğin adını taşıyan muska ve tılsımlarla korunan çocuklara dokunmayacağına söz veriyor. Adem için de Havva yaratılıyor, kocasına bağımlı olsun diye erkeğin kaburga kemiğinden hem de...
Lilith, yerini alan Havva’yı kıskanıyor, evliliğin ve doğan çocukların düşmanı oluyor. Şeytanın yılan şekline bürünüp Havva’ya yasak meyveyi yediriyor, cennetten kovulmalarına neden oluyor, kendisi gibi lanetlenen Adem’in oğlu Kabil’e kanın gücünü tanıtarak vampirleri yaratıyor...
Lilith ile zaman içinde yolculuk...
Kanatlarını açmış, ters yönlere bakan iki aslanın üzerinde, kuşa benzer tırnaklı ayaklarıyla dikilmiş duruyor... Çevresinde onu temsil eden baykuşlar görülüyor. Bu, M.Ö. 2000 yılına ait Sümerlerden kalma bir sanat eseri.
Genelde Yahudi efsanelerine mal edilen Lilith’in geçmişi aslında çok eskilere dayanıyor; İran, Babil, Sümer, Meksika, Yunan, Arap, İngiliz, Alman ve doğu efsanelerinde farklı adlarla da anılsa hep onunla karşılaşıyoruz. Sümer ve Babil mitolojilerinde rüzgar tanrıçası Lilitu olarak buluyoruz onu, sonra tarih boyunca bize çeşitli adlarla eşlik ediyor... Babil’de İştar’ın tapınak fahişesidir o. Babil’in kötü tanrıçası, hamilelerin düşmanı bebeklerin ölümüne yol açan Lamatşu’ya da geçiyor Lilith’e ait özellikler, ya da Lamatşu’dan Lilith’e... Ve yüzyıldan yüzyıla, bir bölgeden ötekine atlayan Karanlıklar Tanrıçası Lilith’imiz her gittiği yerde başka bir adla anılıyor. Kimi zaman da Seba Melikesi ve Troyalı Helen gibi efsanevi ve mitolojik kişiliklerle özdeşleştiriliyor. Filistinliler aracılığı ile Yunanlılara geçtiğinde ürkütücü tanrıça Hekate oluyor... Orta çağ Avrupası’nda ise o şeytanın eşi, sevgilisi ve annesi olarak anılıyor. Zamanına, toplumlara ve inanışlara göre tüm kötülüklerin toplandığı değişik kimliklere bürünüyor: Kimilerine göre gecelerin kraliçesi, baykuş kadın olmuş (oysa baykuş bilindiği gibi güzel sanatların simgesi, yani yaratıcılığın!?), Havva’yı baştan çıkaran yılan olarak tanımlanmış (tıb biliminin simgesi, yani iyileştirici!!). Kimileri için cinselliğin ve feminizmin simgesi; kimilerince de bebeklerin canını alan ve saf ruhları kendine çeken bir canavar...
Lilith’in kimliği...
Anlaşılacağı üzere, hangi adla anıldıysa anılsın Lilith, çağlar boyu kadınlara yakıştırılabilecek bütün olumsuz özelliklerin taşıyıcısı olmuş: Baştan çıkarıcı, fahişe, cadı, vampir, cinlerin başı, gece canavarı onun ünvanlarından bazıları. Ancak Lilith bir başka açıdan da, saf ve edilgen, cinselliği ancak yasak meyveyi tadınca öğrenen Havva’nın tersine, başından itibaren gücünün ve cinselliğinin bilincinde ve yeri geldiğinde bu gücü dilediğince kullanmaktan çekinmeyen bir dişi....
Aslına bakılırsa Kutsal Kitap’ta Lilith karşınıza, haklarını savunan özgür bir kadın olarak çıkarılıyor... Erkeklerin Tanrı adına belirledikleri düzene karşı çıkıyor. Var olan düzeni ve bu düzen içinde kendisi için belirlenen rolü reddetme cesaretini gösterebiliyor, sevişme sırasında üstte olma hakkını savunması da özgürlüğünün sınırlarını çok belirleyici. Bu özgürlüğü koruma adına cenneti bile terk etmeyi göze alabiliyor, Tanrı’nın gönderdiği melekleri geri çeviriyor; ancak verdiği sözü tutarak bu üç meleğin adını gördüğü her yerde bebeklere dokunmuyor. Bu arada her gün 100 çocuğunun yok edilmesine göz yumması da ilginç.
Lilith onu gizliden gizliye arzulayan ama ona düşman gibi görünen erkekleri çok korkutuyor. Din adamları, erkeklerin zayıflıklarını saklamak adına, bir simge olarak çizdikleri Lilith’in kişiliğinde seksi, güzel ve eşitlik arayan tüm güçlü kadınları yüzyıllar boyunca acımasızca karaladılar. Lilith’in böylesine lanetlenmesinin, dışlanmasının, suçlanmasının ardında yatan gerçek bu; erkekleri büyüleyen, baştan çıkaran, peşinden sürükleyen ama onlara teslim olmayan güçlü kişiliği... Erkekler ona karşı koyamıyor ve özgürce yaşadığı cinselliğine dayanamıyorlar... Bu yüzden Lilith kara ayla özdeşleştirildi, varlığı tehlikeli ilan edildi ve onun tarafından baştan çıkarıldığı iddia edilerek Orta Çağ’da nice kadınlar cadılıkla suçlanıp yakıldı. Ama orta çağ sonlarından başlayarak yavaş yavaş zaman da ondan yana oldu ve erkeklerin beyninden nefreti sildi. Adına şiirler yazıldı, öyküler anlatıldı; güzelliği tablolarda canlandırıldı, şarkılar bestelendi.
Modern çağlara gelindiğinde Lilith’i feminizmin simgesi olarak görüyoruz . Lezbiyenler de Lilith’i bayrak olarak açtılar. Bu isimde dergiler çıktı, kafeler açıldı, kozmetikler üretildi, sadece kadın müzisyenlerin katıldığı "Lilith Fair” adlı gezici müzik festivali düzenlendi, "ideal kadın" olarak tanımlanan uslu Havva gibi olmak istemeyen kadınlar, tepkilerini dile getirmek için kız çocuklarına Lilith adını verdiler. Aslında onlar toplumda erkeklerle eşit koşullarda yerini alan günümüzün özgür kadınları. Onları her yerde görebilirsiniz, kızıl saçları, dolgun dudakları ve keskin bakışları ile aramızda dolaşıyorlar.
KUTU
Kutsal kitabın ilk kısmında sözü edilen kadın inanışa göre Lilith. Yüzyıllardır din adamları ve araştırmacılar tarafından tartışılan Lilith'in geçmişi. tektanrılı dinlerden çok daha öncesine, eski Mezopotamya uygarlıklarına kadar uzanıyor. Sümer ve Babil mitolojisinde Lilitu isimli bir tanrıça var. Ama Lilith isminin bu tanrıçadan mı yoksa Sami dillerinde 'gece' anlamına gelen 'leyl'den mi türetildiği tartışmalı. Gılgamış Destanı, Kabala, Talmud, Ölü Deniz Tomarları, Tevrat gibi mitolojik ve dini metinlerde de Lilith'in ismi geçiyor. Bu metinlerde de kendisinden kötü bir cin, gece canavarı olarak bahsediliyor. Musevilik öncesi ve sonrası Yahudi mitolojisinde de Lilith'in önemli bir yeri var. Bu inanışın etkileri Hristiyanlıkta da sürmekte. Bilinen en eski Lilth efsanesi Ben Sira Alfabesi denilen yazı türüyle yazılmış, bu Adem'in ilk eşinin yani Lilith'in öyküsü.
Aydan Sümercan
Bilmem hangi ülkenin, bilinmedik bir köyünde, ılık yaz gecelerinde dünyayı bir masal ülkesine çeviren ay ışığı kadar solgun ve masmavi bir kız yaşarmış.
Çevresinde faun’ların cirit attığı, Nymphe’lerin saklambaç oynadıkları sihirli ormanlar, bu ormanların zümrüt çayırlarında otlattığı bir sürüsü ve gecelerini süsleyen billur yıldızlarıyla yaşarmış bu küçük mavi kız.
Onu herkes, herkes öyle çok severmiş de, o yine de mutlu değilmiş… Dünyaya soluk, cansız gözlerle kederli kederli bakarak hep;
- Her şey ne kadar renksiz, ne kadar ruhsuz… dermiş!
Ve böylece gökkuşağının yedi renkli özlemiyle yaşarmış.
Köyün bütün yakışıklı delikanlıları küçüğün bu mutsuzluğunu, bu yalnızlığını anlamaksızın ona sevgilerini sunmuşlar.
- Ah… evet! demiş küçük kız. Sevginiz ne kadar güzel. Ama benim dünyam ne kadar renksiz... Gökkuşağının asılı olduğu o renkli zirvelere ulaşıncaya kadar!
- İstediğin öylesine güçlü, sense öylesine solgun, öylesine inceciksin ki… demişler. Korkmuyor musun yarı yolda kalmaktan?
- Bana güç verecek insanı bekliyorum; biliyorum ki arzum beni dilediğim yere ulaştıracak o zaman.
Böyle dermiş ve eser geçermiş zümrüt çayırlarından ! Akar sularda dalgalanan soluk aksini seyreder, tabiat ananın büyüleyici musikisiyle tatlı rüyalara dalarmış.
İşte böylece, Demeter ananın doğayı özenerek süslediği ılık bahar günlerinden bir gün, kızın akarsudaki aksi yanına bir gölge düşmüş. Ve masmavi kız dalgalanan suda ateş gibi parlayan bir çift gözün kendisine baktığını görmüş.
- Söyle bana küçük kız, demiş kalın bir erkek sesi… Yolunu şaşırıp insanlar arasına karışan bir orman perisi misin sen?
- Eğer orman perilerini arıyorsan yabancı adam; diye fısıldamış kız; o ben değilim! Ben sürüsünü güden bir çobanım. Ya sen? Sen kimsin!
- Ben? Müziğini doğadan, şarkılarını sevgilerinden alan bir saz şairiyim!
Nefesi kızın ince telli saçları arasından sızıp, onun soğuk yüreğine kadar ulaşmış ve kızın benliğini hafif bir heyecana boğmuş…
- Eğer, diye fısıldamış kız, sudaki aksinden daha gerçeksen; sen benim beklediğim insansın…
Yaramaz meltem sularda dalgalanan iki başı birbirine karıştırınca küçük mavi kız arkasına dönüp saz şairine bakmış.
Erkek bir sögüt dalı kadar ince ve uzun boyluymuş. Güçlü kolları ile kızı sarmış; gerçekmiş bu ! Solgun küçük yüz pembeleşmiş, cam gözler parlamış.
Yaban gülleri ilk buse ile kızarmışlar; bülbüller aşk şarkıları söylemeye koyulmuşlar. Kır çiçekleriyse meltemle nazlı nazlı flört etmeye başlamışlar. Cupiton neşesinden taklalar atıp doğadaki binbir hedefini ok yağmuruna tutmuş o zaman.
Küçük kız mutlu imiş ve her şey öylesine güzelmiş ki o gün…
Sonra delikanlı hafif adımlar atarak ince gövdesiyle dalgalanırcasına yürümüş; özgür ve güçlü kollarını ona açıp:
- Gel ! demiş, Madem ki beni bekliyordun… Gel ! Ardına bakmadan, korkmadan, tut ellerimden ve yürü… Ne istediğini biliyorum. Sorgulamadan, sana verebileceğimden fazlasını beklemeden… Hayal gücünün erişemediği zamanlardan ve ülkelerden geçeceğiz; el ele… Gel.. Gel !
Ve beraberce yürümüşler, yürümüşler, yürümüşler…
Ben biliyorum; onlar ilk önce doğuya gittiler. Japon çiçekleriyle bezenip, Çin’in sarı aleminden geçtiler. Mısır’da delikanlının tatlı sesi ve büyülü müziği Firavunları bin yıllık uykularından uyandırdı ve onlar da küçük kıza zamanlarının gizemli güzelliğini armağan ettiler.
Çölün kızgın güneşi onların tenine değdi. Sonra Afrika’nın büyülü gizemlerini saklayan gölgeli ormanlarına girdiler. Akarsularda gölgeleri birbirine karışıyor, adımları arkalarında tek iz bırakıyordu. Cennet kuşları çevrelerini renklerle donatırken yollarının üzerindeki vahşi hayvanlar siniyor, tamtamların bitip tükenmek bilmeyen vuruşları kalplerinin atışlarına karışıyordu. Denizlere doğru uzandılar… Kıyılarında sirenlerin gizemli şarkılarıyla dans ettiler. Sonra bir gün de denizin koynuna daldılar. Poseidon onları saltanat arabasına aldı ve onlar da denizin garip müziği eşliğinde dans eden yunusları izleyerek bu esrarlı ülkenin mercandan saraylarından geçip bir gün Kıbrıs kıyılarında su yüzüne çıktılar.
Kıbrıs’ta onları bu kez de Afrodit karşıladı. Ve ta…. Olimpus dağına kadar çıktılar beraberce. Böylece Afrodit küçük kızın gözlerine sevdiği delikanlının hayalini nakşettirdi, ölümlü Araknia’ya…
Nihayet bir gece ay tanrıça Selene’nin saltanat arabasının peşine takılarak Venedik’e indiler. Selene gümüş elbisesiyle Venedik kanallarında yıkanırken kızın saçlarına gecenin siyahlığını dokudu; yıldızlarının pırıltılarıyla süsledi bu küçük başı. Ve delikanlı, kollarının arasında ruh ve renk bulan küçük sevgilisiyle gondolunu gecenin hayallerle dokunmuş gizli alemine itti. Mehtap önlerinde gümüşten bir yol çizerken, düşleri onlara Venedik’te billurdan bir ülke yaratıyordu. Bu öylesine güzeldi ki, mehtap bile onları seyre daldı da bu yüzden şafak aydınlığına yakalandı.
İspanya’nın güneşi kıpkırmızıydı… Kan vardı, al renkli şarap vardı İspanya’da ! Geceleri ateşliydi ve bu gecelerde şarapla küçük kızın dudakları al, al oldu. Delikanlı binbir kıvılcımın parladığı gözlerine baktı sevgilisinin:
- Aşık mısın küçüğüm?
Evet, Cupidon orada yayını çekmişti… Tam isabet!
Kız aşkın kanatlarını takmış yükseliyordu artık. İşte böylece iki sevgili Apollon’un ışınlarıyla süslenen zirvelere doğru yükselmeye başladılar.
Delikanlının mutlu ve güçlü eli onu yükseltiyor, yükseldikçe de hız kazandırıyordu. Kız bir gün kederle ardında kalan saz şairine baktı. Ondan artık daha fazlasını isteyemeyeceğini anlıyordu. Zira Cupidon’un okları delikanlının özgür yüreğine işleyememişti.
- Seninle mutluyum, demiş kıza; senin gözlerinde kendi aksimi gördükçe mutlu oluyorum. Ama görüyorum ki artık yanında yürüyemeyeceğim bir yolda ilerliyorsun. Yeter, gitme artık; dön… Böyle kal!
Küçük kız geri dönmemiş. Gök kuşağının dayandığı zirvelere kadar yükselmiş. Mutluymuş ama yalnızlığı etrafındaki bütün renkleri eritmiş, bitirmiş.
Zira bilinir ki, zirveler arzu edilir, ancak erişildiği zaman orada karanlık ve yalnızlıktan başka bir şey bulunmaz.
Dön!.. Dön! Dön!..
Oysa küçük kız orada mutluluğunu haykırırmış…
Günlerce… Aylarca… Ta… zamanın dışına kadar çıkarak. Bir gün de
“Mutluyum” diyen sesinden..
Ve gözlerinde delikanlının hayalinden başka bir şeyi kalmamış.
Aşk’ı yaşamış, o eriyip bitmiş…
Gök yüzünde küçücük bir bulut gibi..
unutulmuuuuuş…